Translate

22 Ağustos 2013 Perşembe

Bulgaristan'da Ramazan Bayramı

Bu yazım birkaç hafta gecikmeli olsa da olaylar hala zihnimde çok taze. Ramazan bayramı Bulgaristan'dayız. Yazlıkta ve Yunanistan'da sıcaktan kavrulduktan sonra Bulgaristan'ın serin dağ havası bizde sauna etkisi yarattı diyebilirim. Aylardan ağustos ve geceleri yorgan ile örtünüyoruz, gündüz ise normal yaz sıcaklığı 30 °C.
Malum bayram günü gelen giden çok oldu, tüm akrabalar da civar köylerde olunca özellikle de yaşlılarımızı ziyaret etmemek olmazdı. Aşağıdaki resimde görülen köy anneannemin yaşadığı "Voikova Lıka".

Fazla değil topu topu 4 gün kalıyoruz ama birazda olsa hasret gidermeye yetiyor. En çok da büyük ninemiz seviniyor bizi gördüğüne. Ailemizin son kalan çınarı...Babaannemin annesi!
 
Bayram vesilesi ile yıllarca görüşmediğim kuzen ve arkadaşları da görüyorum, kimisi evlenmiş çoluk çocuğa karışmış kimiside çocukları büyükmüş ana okuluna bile göndermiş! Kuzenim Aliye ile uzun bir aradan sonra tekrar buluşuyoruz. Ebru Şallı'ya ne kadar da benziyor değil mi?!



Bakmayın böyle gezdiğime aslında köyde olunca bağ bahçe ve ev işleri bitmek bilmez. Gelen misafirler dışında sürekli bir hareketlilik var. Babaannemin bahçesindeki tüm sebzeler olgunlaşmış toplanması gerekiyor, sonrasında da hepsi tek tek kışlık konserveye dönüştürülüyor! Kazanlar kuruluyor (evet kazanlar! tencere falan değil) saatlerce kaynatılıyor, domates püreleri, türlüler ve yöresel yemeğimiz trahna bazı bölgelerde göce de derler. Ama her zahmetin de bir ödülü var. Özellikle kazanlar kaynarken oluşan közde bahçeden yeni koparılmış taze mısırı közlemek gibisi yok.

Yaz mevsimi olduğu için herhalde, etrafta yavru kedi nüfusunda patlama var. Çok da şapşal keratalar! :)
Bu sefer kendimi fazla kaptırmıyorum çicek böcek çekmeye, sadece kediler, dediğim gibi vakit yok. Bir gün babam ile Smolyan'a kadar gidiyoruz, benim çok sevdiğim Refan marka, el yapımı doğal sabunlarımı almadan dönmüyorum. Bu arada babam bir koyun siparişi vermiş, 33 kilo, yeriz diye... onu da alıp fazla oyalanmadan dönüyoruz köye. Bu sırada yoldan manzaralar;

Geçen sene İsveç'e yüksek lisans için gitmeden önce babaanneme bilgisayar kullanmayı öğretmiştim. Yetişkin eğitimi gibi derslerimi pratiğe dökmüş oldum. Cep telefonunu bile doğru düzgün kullanamazken bilgisayarı nasıl kullanacağım diyen babaannem azmetti Skype uzmanı oldu. İngiltere, Almanya, Türkiye, İsveç ve Bulgaristan'ın birçok şehrindeki akrabalar ve eş dost ile sürekli iletişimde. International babaanne bizimkisi. Şimdi de bir sonraki evreye geçmeye hazır olduğunu gösterdi! Tablet PC kullanımı! Nedeni mi? Facebook'un cazibesi! Maşallah demek lazım, üstelik ben söylemeden zoom özelliğini bile keşfettiler bir süre sonra gözlükleri de attılar bir kenara! :)

Anneannem ve babaannemin Tablet ve Facebook ile imtihanı.

Neşeli bir bayram tatili geçirdik diyebilirim, üstüne üstün ailemizin yeni üyesi küçük kuzen Mehmet beyler de Bayram sevincimize sevinç kattı. Istanbul'u özledim o da beni, hadi yavaş yavaş dönüş yolcuğuna başlayalım diyoruz! Bu arada koyunu bitiremedik (nasıl bitecek ki zaten) büyük bir kısmını da dondurulmuş bir şekilde yanımıza alıyoruz, 4 saate yazlıktayız zaten hiç bir şey olmaz, olmuyor da hemen yazlıktaki buzluğa devrediyoruz. Evet artık İstanbul'a dönelim, yerleşik hayatı özledim!

18 Ağustos 2013 Pazar

Yunanistan: Kavala


Ramazan Bayramını fırsat bilip ailece yine Bulgaristan yollunu tuttuk. Yazlıktan Bulgaristan'a bizim için en kısa yol büyük çoğunluğu otoban olan Yunanistan üzerinden olduğu için tercihimizden vazgeçmiyoruz ve basıyoruz gaza. İki saat gibi bir sürede İskeçe'ye (Xanthi) varıyoruz. Sık sık geçtiğimiz için ayrıca fotoğraflama gereği duymuyorum. Bir daha ki sefere ayrı bir konu başlığı altında küçük notlar düşerim.

İskeçe'nin yukarısından dağ yollunu takip ettiniz mi bir, bir buçuk saate Bulgaristan sınırı Zlatograd'a varırsınız, oradan da bizim varış noktamız Rudozem bir saatlik mesafede. Ama bu sefer yolu biraz uzatım ve Iskeçe'ye 55 km uzaktaki Kavala ya birkaç saatliğine kısa bir ziyaret gerçekleştirelim dedik. Niyetimiz sadece bir göz atmak beğenirsek yine geliriz, yakın ne de olsa. 
Kavala dağlık deniz kıyısına kurulu, yeşilin ve mavinin her tonunu barındıran, beyaz Yunan evlerinin çoğunlukta olduğu, tarihi dokusunu, daracık sokakları ile masal gibi bir şehir.
Araba ile daracık sokaklardan geçip, tabelaları takip ediyoruz; istikamet kale duvarları . En tepeye çıktığımızda çok hoş bir cafe görüp duruyoruz. Manzaraya karşı soluklanıp, birer frappe ile serinlemek gibisi yok. Hemen yanımızda Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın heykelinin ve müzesinin olduğu küçük bir meydan var, onun hemen sağında da Panagia kilisi yer alıyor. 
Panagia Church
Panagia Church
Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın evi.
Hava o kadar sıcak ve nemli ki, termometreye bakmaya korkuyorum. Uçsuz bucaksız denizin keyfini çıkarırken aşağıya bakıyorum bir hareketlilik var. İnsanlar bizim gibi bir Frappe ile aldanmıyor atıyor kendini denizin serin sularına. 

Hay aksi bikiniler yazlıkta kaldı?! 
Neyse canım, zaten kim inecek şimdi o kadar merdiveni...
 
Kaleye ulaşmak için tekrar atlıyoruz arabaya, en azından klima çalışıyor. Fakat sokaklar bir süre sonra o kadar darlaşıyor ki, babam hariç herkes diken üstünde. Tamam bizde biliyoruz usta şoför ama hani sokak da çok dar gerçekten. Zaten o araba o sokaklardan nasıl geçti hala şaşarım; dikiz aynaları açık ve her iki taraftan da sadece bir iki santimetre pay vardı.
Bizim bu ufak maceramız, şehirde neden bu kadar çok motosiklet olduğunun haklı bir kanıtı gibi.

Artık akıllanıp, ve üşenmeyip biraz yürüyerek geziyoruz etrafı. Zaten normal şartlar altında yapılması gereken de o, ama bizim acelemiz var biraz, sıcak hava da cabası. Şehrin dokusu çok ilginç, işte birkaç fotoğraf ile örnekler verelim;

Sokaklarda turistler hariç pek insan görmek mümkün değil, nedeni de öğlenden sonra 2-5 arası Siesta (öğle tatili diyelim) saatleri. Fena fikir değil alsında, hele de bu sıcakta.

Elimde harita da yok ki aradığımı bulayım, hazırlıksız yakalandım bu sefer, üstelik sıcak hiç çekilmiyor. Mesela Pargalı İbrahim Paşa Cami ne tarafta bulamıyorum. Hem zaten bir daha gelicez o zaman daha tedarikli olacağım. Üstelik daha ünlü Thasos adasına gidilecek, ünlü plajlarında yüzülecek. Ben bunları düşünür ve surların etrafında dolanırken,  bir sur kapısından başka bir sokağa açılan dik yol buluyorum. İşte tam da o sırada tüm haşmeti ile  Osmanlı'dan kalma (Kanuninin yaptırttığı) su kemeri karşımda beliriveriyor. 
Daha iyi bir kare alabilmek için bir evin düz olan çatısına çıkıyorum. Ekstra bir çabaya sarftemiyorum, ev sahipleri rahat çıkılsın diye yoldan merdiven yapmışlar. Ama sessiz olmayı da ihmal etmiyorum, siesta saati ne de olsa.
 
Artık yavaş yavaş gezimizi bitirelim, yol bizi bekler derken, değişik bir tabela görüyorum; haydi Konstantinopolis (460km) yolcusu kalmasın! Yok ya biz Bulgaristan'a gidecektik, İstanbul'u başka zaman fethederiz.
 Tekrar görüşceye dek şimdilik hoşça kal Kavala!

13 Ağustos 2013 Salı

Yazlık ve Saroz Körfezi

İstanbul'un kalabalığından, bunaltıcı sıcağından kaçmanın vakti geldi de geçiyor, haydi yazlığa; denize kuma ve güneşe!

Doyumsuz bir gökyüzü eşlinde yol alıyoruz, neyse ki arabayı ben kullanmıyorum da bu sırada birkaç fotoğraf çekebiliyorum.
Biraz daha ilerledikçe, çeltik ve ayçiçeği (gündöndü der Trakya insanı) tarlalarının enfes görüntüsü alıyor gözümü. Gariptir bu sefer leyleklere raslamadım, en son elektrik direğine kurdukları yuvalarına baktığımda yavruları bayağı büyümüştü ama göç etmeleri için daha erken, muhtemelen av peşindeler. Evet, evet biliyorum iyice National Geographic moduna geçtim.

Saroz körfezinde olan yazlığımızın en sevdiğim kısmı terasa çıkınca burnuma gelen çam kokusu ve enfes gün batımı. 

Etrafımız çam ormanları ile çevrili, neredeyse el değmemiş ıssız sayılabilecek bir bölgeyiz, İstanbul'dan bunalanlar ve doğa dostları için birebir.

Trafikten, gürültüden uzak, kuş cıvıltıları cırcır böceklerinin sesleri eşliğinde sakin bir tatil. Üstelik akşamları parti sesinden şikayet etmeyen, çoğu öğretmen emeklisi mükemmel komşular. Parti demişken, babamın zulası sağlam; Amcamın gönderdiği 10 litre ev yapımı rakı, 4-5 litre Yunan rakısı Uzo ( işin güzel yanı Yunan radyolarını da çekiyoruz), birkaç şişe Mastika, çeşit çeşit likörler, çok rahat yüz kişiye yeter herhalde. Kısacası mis gibi bir tatil! Bıcır bıcır sürekli her şeye bir yorumu olan, çeneleri kapanmayan, dedikodusu bitmeyen, sevgili kardeşim ve arkadaşı da tatilimin bonusu! İyi mi kötü mü söylemesi zor, ama iyi yanları ağır basıyor galiba... kızlar hadi bakim bana bir kahve!

Ormanın içinden geçtiniz mi karşınıza masmavi bir deniz ve upuzun bir kumsal çıkar. Ufak balıklar kıyıya kadar gelirler sürüler halinde! Biraz şanslı iseniz Saroz'un mavi yengecini bile görebilirsiniz. Deniz iyi de pek güneşlenmem diyorsanız hamağınızı alıp çam ağaçlarının altına kuracaksınız, kumsal zaten iki adım mesafede. Deniz havası ile çam ormanın kokusu birleşince mis gibi olur. Arada koyun, keçi veya inek sürüleri geçer yanı başınızdan, ne yapsın hayvancıklar, herkes çam ormanının serinliğinin peşinde...

 
 
Serinlemek demişken, kumsala ulaştığımız bir gün karşımıza çok şirin bir manzara çıkıyor. Kocaman bir çoban köpeği etraftakilere aldırmadan beline kadar girmiş denize, sıcaktan o kadar bunalmış ki hayvancağız ben fotoğrafını çekerken dahi hiç istifini bozmuyor.

Hemen karşıda Yunan adalarından
Samotrake yada Türkçede bilinen adıyla Semadirek tüm heybeti ile duruyor. Meriç nehri de neredeyse dibimizde, tevekkeli değil telefonlar arada Yunan kanalına geçiyor.

Malzeme bol, gün boyu börtü böcek resimleri çekiyorum. Hayatımda gördüğüm en büyük örümcekten tutun, rengarenk yusufçuklara kadar irili ufaklı envai çeşit havyan ile çevrili etraf. Elimde kamera yusufçukların peşinden koşuyorum, kah pusuya yatarak kah kumda yuvarlanarak... sanki acemi fotografçı olduğumu anlıyorlar da abartmıyorum dakikalarca hareketsiz poz veriyorlar.
Ve bunun gibi onlarca fotoğraf...

Bir başka gün incir toplamaya gidiyoruz, ormanda terk edilmiş onlarca ağaç var, full organik bir durum ( Türkçemizi katletmiş oldum, kabul). Toplasam mı yesem mi bilemedim, düşünüp duracağıma bir bana bir sepete, yok yok iki bana...


Söylemeden olmaz, birde boyuna aldırmadan sitemizin bekçiliğini yapan Yumoş hanım var. İlginizi ona yönelttiğinizde hemen sırt üstü yatıp karnını okşamanıza izin veriyor, tam bir maskot anlayacağınız ayrıca çok da zeki. Bahçeyi suluyorum Yumoş'un gözetimi altında, görüş alanından çıktım mı hemen kalkıyor beni kontrole! Ya kaybolursam, sonra ondan hesap sorarlar, değil mi ama?!

Şimdi bu şirine sevilmez de ne yapılır?

Yazlık sefasını bitirip yavaş yavaş Yunanistan'ın ve Bulgaristan'ın yolunu tutmanın vakti geldi mi ne?!