Doyumsuz bir gökyüzü eşlinde yol alıyoruz, neyse ki arabayı ben kullanmıyorum da bu sırada birkaç fotoğraf çekebiliyorum.
Biraz daha ilerledikçe, çeltik ve
ayçiçeği (gündöndü der Trakya insanı) tarlalarının enfes
görüntüsü alıyor gözümü. Gariptir bu sefer leyleklere
raslamadım, en son elektrik direğine kurdukları yuvalarına
baktığımda yavruları bayağı büyümüştü ama göç etmeleri
için daha erken, muhtemelen av peşindeler. Evet, evet biliyorum iyice National Geographic moduna geçtim.
Saroz körfezinde olan yazlığımızın
en sevdiğim kısmı terasa çıkınca burnuma gelen çam kokusu ve
enfes gün batımı.
Etrafımız çam ormanları ile
çevrili, neredeyse el değmemiş ıssız sayılabilecek bir
bölgeyiz, İstanbul'dan bunalanlar ve doğa dostları için birebir.
Trafikten, gürültüden uzak, kuş cıvıltıları cırcır böceklerinin sesleri eşliğinde sakin bir tatil. Üstelik akşamları parti sesinden şikayet etmeyen, çoğu öğretmen emeklisi mükemmel komşular. Parti demişken, babamın zulası sağlam; Amcamın gönderdiği 10 litre ev yapımı rakı, 4-5 litre Yunan rakısı Uzo ( işin güzel yanı Yunan radyolarını da çekiyoruz), birkaç şişe Mastika, çeşit çeşit likörler, çok rahat yüz kişiye yeter herhalde. Kısacası mis gibi bir tatil! Bıcır bıcır sürekli her şeye bir yorumu olan, çeneleri kapanmayan, dedikodusu bitmeyen, sevgili kardeşim ve arkadaşı da tatilimin bonusu! İyi mi kötü mü söylemesi zor, ama iyi yanları ağır basıyor galiba... kızlar hadi bakim bana bir kahve!
Ormanın içinden geçtiniz mi karşınıza
masmavi bir deniz ve upuzun bir kumsal çıkar. Ufak balıklar kıyıya
kadar gelirler sürüler halinde! Biraz şanslı iseniz Saroz'un mavi
yengecini bile görebilirsiniz. Deniz iyi de pek güneşlenmem
diyorsanız hamağınızı alıp çam ağaçlarının altına
kuracaksınız, kumsal zaten iki adım mesafede. Deniz havası ile
çam ormanın kokusu birleşince mis gibi olur. Arada koyun, keçi
veya inek sürüleri geçer yanı başınızdan, ne yapsın
hayvancıklar, herkes çam ormanının serinliğinin peşinde...
Serinlemek demişken, kumsala
ulaştığımız bir gün karşımıza çok şirin bir manzara
çıkıyor. Kocaman bir çoban köpeği etraftakilere aldırmadan
beline kadar girmiş denize, sıcaktan o kadar bunalmış ki
hayvancağız ben fotoğrafını çekerken dahi hiç istifini
bozmuyor.
Hemen karşıda Yunan adalarından Samotrake yada Türkçede bilinen adıyla Semadirek tüm heybeti ile duruyor. Meriç nehri de neredeyse dibimizde, tevekkeli değil telefonlar arada Yunan kanalına geçiyor.
Malzeme bol, gün boyu börtü böcek resimleri çekiyorum. Hayatımda gördüğüm en büyük örümcekten tutun, rengarenk yusufçuklara kadar irili ufaklı envai çeşit havyan ile çevrili etraf. Elimde kamera yusufçukların peşinden koşuyorum, kah pusuya yatarak kah kumda yuvarlanarak... sanki acemi fotografçı olduğumu anlıyorlar da abartmıyorum dakikalarca hareketsiz poz veriyorlar.
Bir başka gün incir toplamaya gidiyoruz, ormanda terk edilmiş onlarca ağaç var, full organik bir durum ( Türkçemizi katletmiş oldum, kabul). Toplasam mı yesem mi bilemedim, düşünüp duracağıma bir bana bir sepete, yok yok iki bana...
Söylemeden olmaz, birde boyuna aldırmadan sitemizin bekçiliğini yapan Yumoş hanım var.
İlginizi ona yönelttiğinizde hemen sırt üstü yatıp karnını
okşamanıza izin veriyor, tam bir maskot anlayacağınız ayrıca çok da zeki. Bahçeyi suluyorum Yumoş'un gözetimi altında, görüş alanından çıktım mı hemen kalkıyor beni kontrole! Ya kaybolursam, sonra ondan hesap sorarlar, değil mi ama?!
Şimdi bu şirine sevilmez de ne yapılır?
Yazlık
sefasını bitirip yavaş yavaş Yunanistan'ın ve Bulgaristan'ın
yolunu tutmanın vakti geldi mi ne?!
Amazing blog
YanıtlaSil